Türk sinemasının ?çirkin kralı' Yılmaz Güney, ilk cezasını yazma tutkusu nedeniyle almıştı. Güney'i bir efsaneye dönüştüren filmlerinin arkasında da romanları vardı. Sanatçının sinema kariyerinin gölgesinde kalan yazarlığına bir bakış...
NÂZIM Hikmet'in, Melih Cevdet'in, Oktay Rifat'ın romanlarını gölgeleyen şair kimlikleriyse, Yılmaz Güney'in romanlarını unutturan, onu bir efsaneye dönüştüren sinema hayatıdır. Oysa sanat alanına hikayeleriyle başlamıştı Yılmaz Güney. ?50'lerin başlarında ilk hikayesi Pazar Postası'nda yayımlandığında henüz bir lise öğrencisiydi. Dergiciliği sevmişti; hem yazdı hem kimi dergilerin Adana dağıtımını üstlendi hem de arkadaşlarıyla birlikte dergi çıkardı. 1955 yılında liseyi bitirip Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydolduktan sonra siyasete ilgisi artan Yılmaz Güney'in kaderini değiştiren de yazma tutkusudur; On Üç adlı dergide yayımlanan Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri (1956) hikayesinde ?komünizm propagandası' yaptığı gerekçesiyle hakkında açılan dava sonucunda 1961 yılında 1 buçuk yıl ağır hapis, 6 ay sürgün, ömür boyu amme haklarından yoksunluk cezalarına çarptırıldı.
Yaratarak direnmek
Kendisini susturmak isteyenlere inat, bu ilk girişinden başlayarak her seferinde, mahpusluk günlerini daha fazla okuyarak, yazarak ve yaratarak geçirecektir Yılmaz Güney. Sinema deneyiminin olmadığı bu ilk hapishane döneminde bütün enerjisini Boynu Bükük Öldüler romanını tamamlamaya verecek ve bu süreci anılarında şu cümlelerle özetleyecektir: ?Boynu Bükük Öldüler' Nevşehir Cevaevi'nde, siyasiler koğuşunun en dip köşesinde, rutubetli bir duvara komşu bir ranzada, geceli gündüzlü on altı aylık bir çalışmanın ürünüdür. Ranzamdan hiç indirmediğim küçük bir masam vardı. Yatma zamanı gelince, ayakucuma çeker, ayaklarımı altına sokar uyurdum. Çoğunlukla, anlattığım insanları görürdüm düşlerimde, onlarla yaşardım. ?63 Haziranı'nda sürgünden döndüğümde, bir gazetede yayımlanması olanaklarını aradım, bulamadım. ?66'da, bir arkadaş basmak istedi. O günlerde ünü giderek artan bir sinema oyuncusuydum. Adım ?Çirkin Kral'dı.
1971'de yayımlanıp 1972 yılı Orhan Kemal Roman Armağanı'nı kazanan Boynu Bükük Öldüler, Yılmaz Güney romanları arasında kuşkusuz en başarılısıdır. Toplumsal sorunları, özellikle kırsal kesim insanlarının dramlarını anlatma eğiliminin roman yazımına egemen olduğu, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal gibi yazarların ustalık ürünlerini verdikleri, sosyalist düşüncelerin edebi alana yayıldığı bu yıllarda yazılan Boynu Bükük Öldüler, Halil ve Emine üzerinden 1950'li yılların Çukurova'sındaki hayatı anlatır. Kendisinin de ifade ettiği gibi, teorik bilgisi zayıftır, ideolojisi netleşmemiştir, ama hikayesindeki insanları tanımış ve çok iyi gözlemiştir. Bu gözlemlerini gerçekçi ve içten bir yaklaşımla taşıyacaktır hikayesine. Boynu Bükük Öldülerde -Fethi Naci'ye katılıyorum- Köylülere bir Yaşar Kemal bakışı var. Yılmaz Güney de, çok iyi tanıdığı köy gerçekliğini ve köylüleri olduğu gibi anlatıyor, ama elbette bir roman yapısı içinde, elbette yakından tanıdığı, yaşadığı insan ve toplum gerçeklerini seçerek, düzenleyerek. İlk romanlar çoğu zaman, yaşanmışlıkla doludur. Yılmaz Güney, gereksiz ayrıntıları ayıklamayı bildiği için, yaşanmışlığa dayanan romanı başarı çizgisini tutturmuş.
Boynu Bükük Öldülerin tamamlanmasından yayımlanmasına kadar geçen zaman içerisinde sinemada oyunculuğuyla büyük bir başarı kazanmıştı Güney. Ancak senaryoları ve yönetmenliğiyle ?70'lerin başında onu Türk sinemasının zirvesine oturtan Umutu ve Ağıtıdır ki, bu filmlerinin arkasında ilk romanının izleri vardır. Klasik gerçekçi roman kurgusu taşıyan, karakter çizimleri ve mekan kullanımlarıyla bir edebi metni çağrıştıran, yani dilselin görsele aktarıldığı bir anlatımı olan Ağıt, Yılmaz Güney'in kendine özgü sinema dilini yakaladığı ilk filmdir. Ve bu dil edebiyatın dilidir. Sevgi Soysal'ın romancılığına Yeni Sinema hareketinin yaptığı katkı ne kadar önemliyse, Yılmaz Güney sinemasına edebiyatın yaptığı katkı da o kadar önemlidir.
12 Mart romanları
Yılmaz Güney'in en verimli çağında pek çok devrimci, aydın ve sanatçıyla birlikte 12 Mart darbesine maruz kalması bugün bizim lanetle andığımız bir ?kader'. Ancak Güney, tutsaklığa yaratarak direnmesini, dışarıdayken ihmal ettiklerini içerde gerçekleştirmesini bilen, kolay kolay mağlup edilemeyen bir sanatçıydı, aydındı ve hepsinden önemlisi sosyalizme içten bağlanmış bir devrimciydi. Hücrem kitabında karşılaştığımız özeleştirisinden de anlaşılacağı gibi, hapisliği ?hoş gelmiş, sefa gelmişti' Yılmaz'a; Toplumsal değişimler insanı eğitir, etkiler, bilincini değiştirirdi. Oysa ben kitle mücadelelerinden ne kadar uzaktım. Gerek işçi-köylü hareketleri, gerekse öğrenci hareketleriyle organik bağım yoktu. Bir bakıma hayattan kopuk, giderek burjuva dünyasının pislikleri içinde, subjektivizmin batağında eriyen bir insandım. İmdadıma 12 Mart yetişti. (...) Safım açık ve bellidir. Emekçi yoksul halkımım safında, bilimsel sosyalizme inanan, sosyalizm acemisi bir sanatçıyım. Bütün olanaklarımla kurtuluş mücadelesinin içinde olmaya çalışacağım... Bu yüzden başıma gelecek belaları göğüslemeye şimdiden hazırım. (...) Göğsümü gere gere ?ben sosyalistim' diyemiyorum. Küçük ve acemi bir çırağım şimdilik. O yüce sorumluluğu tam anlamıyla, bütün ilişkiler sürecinde taşıyacak güçte, fedakârlık ve yiğitlikte değilim henüz. Fakat şunu belirtmeliyim ki, sağlıklı bir sosyalist olmak en büyük ve tek amacımdır.
Yılmaz Güney'in işte bu duygu ve düşüncelerle kalema aldığı Selimiye Üçlüsünde, 1971-1973 tarihleri arasında yazılıp 1975'te art arda yayımlanan Salpa, Sanık ve Hücremde, hem bir özeleştirisinin öğeleri hem de mücedelenin eşiğindeki bir militan için kendi deneyiminden çıkardığı notlar yer alır: Salpanın kahramanı Mehmet Salpa, hayatın daraldığını hissedip taşradan İstanbul'a kaçan, umduğunu bulamayan, yoksulluğunu anlamlandıramayan ama arayışını inatla sürdüren bir delikanlı. Sanıktaki Yaşar Yılmaz da köyünden kalkıp gelmiş, ama üniversiteye kaydolmuş, mühendis çıkmanın eşiğine gelmiş, geleceğe umutla bakan bir genç. Sola sempati duyan, öğrenci gençliğin eylemlerine katılan ancak darbeden sonra gündelik hayatın rutinine gömülüp devrimcilerle ilişkileri kopan Yaşar Yılmaz, tarihimize Sabotajlar Davası olarak geçen hukuksal komedi nedeniyle tutklanıp işkenceye götürüldüğünde başlayacaktır iç hesaplaşmasına. Hesaplaşma sırası Hücrede Yılmaz Güney'e gelecektir...
Türk romanında gerçek anlamıyla politik türe dahil edilebilecek romanların miladı 12 Mart'tır. Selimiye Üçlüsünü de bu küçük ?kanon' içerisinde değerlendirmek gerekir. Aslında bir ağıttır 12 Mart edebiyatı; kökleri halk masallarına, şarkılarına, türkülerine uzanan ve 12 Mart ile yenilenip geleneğe aktarılan bir ağıt... Masumiyet, yurtseverlik, halkçılık, fedakârlık gibi kavramlar öne çıkmış, romana yansıyan eylemler ve isyan değil, isyanın öznesi olan ?68 kuşağının yenilgisi, en çok da hapishane - işkence anlatıları olmuştur.
O zamana dek görülmedik bir baskı ve şiddeti içeren bu siyasi tarih, romanların, öykülerin, şiirin ve müziğin merkezine yerleşmişse de, Cumhuriyet tarihinin etnik bir kökene dayanmayan ilk toplumsal patlamasını ?gerçekçi' bir biçimde ele almaya çalışan yazarların -kuşku duymadığım- iyi niyetleri ne yazık ki -bir kaç istisna dışında- iyi romanlar çıkarmaya yetmemiştir.
Yılmaz Güney'in meselesi
Roman kahramanı gençlerin masum ve mazlum kişiliklere büründürüldükleri 12 Mart romanlarından farklı bir bakışın, harekete bağlanmışlığın izleri var Yılmaz Güney'in üçlemesinde. Yasalar önünde onun kahramanları da masum, ama sorgulanan da işte bu ?masum'luk durumu. Yılmaz Güney'in romanlarındaki adalet kavramı burjuva hukuk normlarını aşar; yasalar karşısındaki masumiyete olumluluk yüklemez. Tersine, gençlerin masum olmaları halka karşı sorumluluklarını üstlenememişliklerinden, siyasi bilinç eksikliklerinden ve egemen ideolojinin etkisinden kurtulamamışlıklarındandır.
Siyasi bağlanımıyla hikayesi arasındaki uyuma, isyanın haklılığını sergileyen toplumsal eşitsizliğe yaptığı vurguya, anlatının içtenliğine ve akıcılığına rağmen, siyasi kaygıların edebi kaygıların üzerine çıkması, Selimiye Üçlüsünün roman estetiğini zedelemiştir. Romanlarda konuşan, bundan sonraki hayatını sosyalizmm mücadelesine adamış bir aydındır. Onun genç bir militana yol göstermek niyetiyle yükselen dış sesiyle zaman zaman didaktik bir havaya bürünür anlatılanlar. Aynı eğilimi 1977 yılında yazdığı Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz romanıyla Sürü ve Düşman filmlerinde de tekrarlayacak ve anlatının içine hikayenin akışından kopuk tahliller katacaktır Güney. Son filmi Duvarın hikayesini oluşturan Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz, bir yandan kent varoşlarında hüküm süren yırtıcı hayatı, o hayat içerisinde tutunmaya çalışan lümpen kesim insanlarının dramlarını, sınıf ve fırsat eşitsizliklerini diğer yandan hapishane gerçeğinin en karanlık, en dibe vurmuş ve en dile getirilmeyen gerçeklerini sergilemesiyle tam bir yeraltı klasiği olmaya adayken, üstelik özellikle ilk bölümlerdeki olağanüstü güzellik ve görsellikteki Çinçin Bağları tasvirleriyle edebi anlamda da başarılıyken, Yılmaz Güney'in siyasi kaygıları bir kez daha öne çıkar. Romana eklemlenen siyasi bilinç sahibi roman kişilerinin bakış açısından yorumlanan olaylar ve yapılan tahliler, roman formuna hiç de uygun düşmez. Ancak buna rağmen Soba, Pencere Camı ve İki Ekmek İstiyoruz hem ele aldığı konular ve insan tipleri, hem de Yılmaz Güney'in sanatsal duruşunu sergilemesiyle dikkate değer bir romandır.
Daha önce Sevgi Soysal üzerine yazarken de söylemiştim; Sevgi gibi, Yılmaz gibi insanlar hakkında bir şeyler yazmak, ilk gençlik yıllarını onların kitaplarıyla, onların filmleriyle geçirmiş, onları okumanın, izlemenin siyasi göndermelerinin heyecanını yaşamış, onlarla aynı dünya görüşünü paylaşmış, onlara ilişkin duygu ve düşünceleri tazeliğini koruyan birisi için hiç kolay değil. Böylesine iç içe geçmiş tarihler sözkonusu olduğunda özne ile nesne, okuyucu ile metin, eleştirmenle yazar arasında mesafe kalmıyor çünkü; şimdi geriye dönüp baktığımda, Sevgi'nin ya da Yılmaz'ın roman ve filmlerinin içinden geçen hayatın benim, benim kuşağımın tarihini barındırdığını görüyor ve bir kez daha heyecanlanıyorum. İyi ki vardılar, iyi ki yazdılar ve çok şükür hala bütün canlılıklarıyla hatırlanıyorlar
Bu sayfaya henüz yorum yazılmadı.